Enerji

Enerji
‘’İnsanoğlu, evren denen bütünün bir parçasıdır. Kişiliğini, düşüncelerini, duygularını madde den ayrılmış gibi algılar.
Modern bilim, burada söz konusu olanın ve bilinci etkileyenin ne olduğunu araştırmalıdır.
Bu araştırmanın yansımaları bizi bugün için bilinemeyen büyük hakikatlere götürebilir.
Kozmik yönden sezişler bilimsel çalışmalar da çok daha kuvvetli hissedilmektedir.
Evrenin yapısını bilimsel ve akılcı bir şekil de anlamak ve anlatabilmek insana derin bir iman duygusu verir.’’ ALBERT EİNSTEİN
Bir çok bilimsel disiplin taşlarla ilgilenmekte ve meşkul olmaktadır. Mesela jeologlar oluşumlarını, mineraloglar ise yapılarını ve insana sağlayabilecekleri faydalarını incelerler. Bunun yanı sıra ‘modern bilim’ insan organizmasının moleküler yapısının evrendeki enerjilerle ve güneş enerjileriyle ilişkilerini fizikciler, minerallerin ayrıştılırması ve insan vücüdundaki etkilerini minerologlar, minrallerin birbiriyle etkileşimlerini inceleyen ve bunları ilaç haline getiren ve uygulanmasını sağlayan eczacılar, ortaya çıkan oluşumları araştırıp uygulayan tıp. Ve ayrıca gemoloklar da konuyla yakından ilgilenmektedir. Bunun yanı sıra yardımcı-tamamlayıcı tıp olarak terapi amcıyla ilgilenen ve taşlarla tedavi yapanlarda vardır.
İçinde yaşadığımız dünya katı maddelerden meydana gelmiş olmasına rahmen, deniz gibi sürekli hareket halide olan akıcı bir enerji’den oluşmuş ve onunla çevrelenmiştir. Modern bilimde insan organizmasının sadece molekülerden oluşan fiziksel bir yapısı olmayıp, tüm evren’de olduğu gibi onun da bir enerji alanına sahip olduğunu doğrular. Biz enerjiyiz ve sürekli hareket halinde olan bir enerji denizinde yaşıyoruz. Tamamen enerjinin içinde yüzen bir enerji blokuyuz.
Enerji: kendini madde olarak değil hareketle gösteren bir kuvvettir. Herkesin de kabul edeceği gibi görünmese de, gerçek olan bir kuvvet vardır, işte bu kuvvet enerji’dir. Bizden farklı boyuttaki ışımadır. Bu noktadan hareketle evren de bulunan yegane şeyin, enerji olduğunu söyleyebiliriz.
EİNSTEİN’in İzafiyet Teorisi’nin önemli sonuçlarından biri de, enerjiyle maddenin birbirinin yerini tutabileceği kabulüdür.
Modern bilimin de kabul ettiği termodinamiğin, yani enerjinin bozulması sonucunda kozmosta devamlı hareket halinde olan bu enerjinin, bizler ve diğer varlıklar tarafından kullanılabilmesi için uygun enerji boyutlarına dönüştürülmesi gerekir. Kozmik Bilim bu enerjinin dönüştürme mekanizmasını ‘Nasıl, neden ve niçin’in akılları gözlerine inenlere izah yolunu seçmiştir. Modern Bilim İnsan organizmasının moleküler yapısının yanın da evrendeki enerjiyle ilişkili olduğunu ve bu mekanizmanın belli bir plan, nizam ve intizam içinde hareket ettiğini ispat etmiştir.
EİNSTEİN’in İzafet Teorisi’nde madde ile enerjinin ayrılmaz bir kütle olduğu, dolayısıyla her şeyin sürekli hareket halindeki enerji parçacıklarından oluştuğu ve birbirini etkiledikleri ileri sürülür. Bu etkilenme ile insanlar ‘düşünür’ veya ‘düşünemez’, günümüzdeki gibi yaratılış gayesine uygun olan veya olmayan hareketler sergiler.
Enerjiyi ‘İnsan’ boyutunda değerlendirdiğimiz de insan bedeninin karmaşık enerji boyutları olduğu görülür. Modern bilim enerjinin yok olmadığını, sadece hareket halinde başka enerji boyutlarına dönüştüğünü kabul eder.Dünya literatörün de enerjiyi izah etmek için bazı kaynaklardan istifade edilmiştir. Bizde bu kaynaklardan yararlanarak o bilgileri yapımıza uygun perspektifini çizerek buraya alıyoruz.
İnsanın ve tüm canlı ve cansız varlıkların etrafında farklı enerjilerden korunması ve gerekli enerjileri sağlıklı alınabilmesi için gereken enerji alanları vardır, bu alanlara ‘AURA ‘denir. Canlıların da etrafını saran ışınları, bedenin koruyucu kalkanlarıdır. Canlıların vücutlarına gerekli olan enerjilerini alıp gereksiz ve zararlı enerjilerden korur. Aynı dünyamızın çevresini oluşturan atmosfer gibidir. Enerji alanı, insan ve diğer canlıların bededenlerindeki enerji gömlekleridir.
Krasnodar’daki Rus Bilimler Akademisi’nin araştırma enstitüsü ilim adamlarından Velantino Kirlian ve Semiyon Davidoviç Kirlian çifti, canlı ve cansız varlıkların etrafında yüksek ışıklama ile görülen enerji hadisesini resmi yolardan patentlemiştir. Ve buna ilmi ad olarak bu buluşa ‘’KİRLİAN ŞUALAMASI’’adını vermişlerdir.

Kirlian şualanması sonucunda gözle görülebilen bilen bio plazmanın varlığından da anlaşılmaktadır ki insanların, hayvanların, bitkilerin ve diğer varlıkların enerji alanları ve gömlekleri kirlian tekniği ile görüntülebilmiştir.
Bio plazma’nın atom’ların en küçük parçacıklarından, proton ve nötron’ların atomların içindeki sayılarına göre, yüklendikleri enerji boyutlarına göre atomun çevresinde var olan, yedi yörünge içinde en az bir elektron ( onlar da Hidrojen, Deutriyum ve Tritiyum ) çevirir. İşte o elektronlar kirlian tekniği ile görüntülebilen bio plazma olarak düşünülebilir.

Bio plazma güneş ve güneş sisteminin hareketleri ve yıldızlar alemi ile çok yakın bir ilişki boyutu içindedir. İnsanlar ve tüm canlılar bu ilişkilerin düzenlenmesiyle etkilenebilmekte, yönlendirilebilmekte, belkide yarın kontrol altına alınabilecek projeler üzerinde çalışmalar olacaktır.
İnsanın bir enerji alanına sahip olduğu görüşü ‘KİRLİAN ŞUALAMA’ sistemine rağmen tıp çevrelerince kabul görmemiş olmasıyla birlikte tıp alanında tümüyle göz ardı da edilmemiştir.
Enerji alanını ciddiye alan ve bu alan da çeşitli araştırmalar yapan dünyadaki yüzlerce ilim adamının yanında Türk kökenli müteasıslar da mevcut’tur.
Mistik açıdan Uzak Doğu’daki inaçlarda, İslam inaçlarında ve modern bilim araştırmacıların da kabul ettiği gibi, siçim enerjiler olarakta bilinen milimetre kareye dörtyüz bin farklı kozmik enerjinin yaklaşık yüzaltmış bini güneş enerjisi olduğu ve bu enerjinin dünyamızı da delip geçtiğini de belirten bilim insanları, yine katı,sıvı ve gaz halindeki atomların manyetik ekilerini sağladığını belirtmişlerdir. Burada ‘madde=enerji’ gerçeğinin hatırlanması istenebilir.
‘’Fiziksel formlarımız eskiden zannedildiği gibi madde’den değil enerjiden oluşmaktadır.madde olarak bildiğimiz tüm üç boyutlu formlar belirli hızlarda titreşmekte olan enerjilerdir.’’
Evreni yaratan Rabbimiz, ölümden başka her dert için mutlaka çare olacak varlığı da yaratmıştır. Evrensel tıpta hastalığın iyileşmesinden daha önemli olanın sağlıklı kalmayı sağlayacak önlemlerin alınmasıdır. Buna zamanımızda önleyici tıp adı verilmektedir.
Bu konuda peygamber efendimiz zamanında çok önemli bir örnek bulunmaktadır. Günün birinde Medine’ye bir hekim gelir ve muayene yeri açar. Bu durum bütün Medine halkına duyrulur. Ancak aradan uzun’ca bir süre geçmesine rahmen hastalanıp doktora müracaat eden olmaz. Bunun üzerine doktor merak eder ve bir sahabeyi (Peygamber Efendimizin arkadaşları) ziyarete gider ve hoş sohbetten sonra sorar ‘Niçin Medine halkı gibi sizler de muayeneye gelmiyorsunuz?’ sahabe, hastalanırsak mutlaka geliriz, zira bu konu da Peygamberimizin emirleri de var diye de cevap verir. Bu cevabın üzerine doktor sahabe’ye bir soru daha yöneltir, ‘Peki ne yapıyorsunuz da hastalanmıyosunuz?’’ sahabe ‘Peki dinle’ der, ‘İlk olarak acıkmadan sofraya oturmayız ve doymadan kalkarız ikinci olarak olarak derken’’ doktor, sahabenin sözünü keser ve ‘Gerisini anlatmanıza gerek yok efendim’ der ve ‘Eğer böyle yapıyorsanız, bana burada iş çıkmaz.’ der, ve sahabeyle vedalaşır. Sonrasında ise Medine’yi terk eder.
Son yıllar da gerek önleyici tıp gerekse tedavi edici tıp yönünden, alternatif tedavi yöntemleri insanların ilgisini çekmeye başladı. Bunun en önemli sebebi olarakta kimyasal ilaçların tedavi edici etkilerinin yanı sıra, vücut (beden ve ruh) dengesini bozucu etkilerinin de bulunması. Herhangi bir ilaçın prospektüsünü açıp okuduğumuzda, temel üç bilgiyle karşılaşıyoruz. İlk bilgi ilacın hangi hastalığa iyi geldiğini, ikinci bilgi ise yan etkileri. Büyük bir çoğunluğunda ise yan etkiler iyileştirdiği hastalıkların bir kaç katı, bu kadarla da bitmiyor. Üçüncü olarak da şu cümle yer alıyor: ‘Beklenmedik bir etki görüldüğün de doktorunuza başvurunuz.’ Yani ilacın yan etkileri, (oluşturdukları fiziksel ve psikolojik hastalıklar ) prospektüste yazılanlarla sınırlı değil. İlaçlara doğada varolan bitkisel veya topraksal minerraller dışında öyle elemanlar karıştırıyorlar ki, vücudumuzdaki tüm sistemler bir araya geliyor ve serbest radikaller haline gelen bu zararlı yan maddeleri bedenden atamıyor. Atamayıca da karaciğerde , dalakta, böbreklerde, kemiklerde , deride ve bunun gibi birsürü organlarımızda biriken ve yığıntılar haline gelen radikaller, organları ve sistemleri çalışmaz hale getiriyor.
Evrensel tıpın koruyuculuğunda üç temel öge vardır.
1.Güneş enerjisi
2.Doğal ve düzenli beslenme
3.Mineraller
Güneş enerjisi bilindiği gibi evrendeki tüm canlıların yaşam kaynağıdır. Canlılar güneş enerjilerini Aura’larıyla alırlar. Vücütlarındaki oluşum mineralleri eşliğinde, oluşmuş hücrelerinin yaşam enerjilerini onlara iletirler. Ve bu kendindilerini hayata bağlaran enerjileri aldığı sürce hayatta kalabilirler, gelişebilirler, büyüye bilirler ve çoğalabilirler. Düşünün ki su piresinin bir günlük ömrü güneş’in doğmasıyla başlar ve yine güneş’in batması ile hayatları sona erer, bu geçen süre için de doğarlar, büyürler, gelişirler, çoğalırlar ( yumurtaları bırakırlar)ve ölürler. Yine bakınız bir yıllık bitkilerin tohumları ne zaman toprağa düşerse düşsün, kendilerini hayata bağlayacak ve yaşamalarına olanak sağlayacak güneş enerjilerini beklerler, o enerjiyi buldukları andan itibaren hayata başlarlar, ve o enerjileri kaybolduğun’da ölürler.
Bu yaşam aralığında, filizlenirler, büyürler, gelişirler, mervelerini ve toğumlarını (ki bu besin zinciri için önemli olan bir halkalıdır.) verirler ve ölürler. Bu bitkiler gölge de kaldıklarında gelişemez ve cılız kalırlar. Çünkü Auralarından gerekli enerjiyi alamamışlardır. Ay çiçeğini ( gün döndü de denir.) bir düşünün, güneş doğduğundan batıncaya kadar çiçeği nasıl güneşi takip ettiğini. Bütün canlıların içinde bir program taşırlar ( yaratıcımızın yazdığı ) ve o programla çoğalırlar.
Düşünsenize, bir damla erkek spermi minicik bir dişi yumurtasıyla buluşuyor, (içlerinde daha sonra çoğalacak atomlar, elertronlar ve mineraller) bütünleşiyor ve yumurta’daki programla , sperm’deki program birlikte çalışmaya başlıyor ve yeni bir canlı oluşuyor. Beyni, akciğerleri, kalbi, midesi, karaciğeri, pankreası, dalağı, bağırsakları, kan damarları, kolları, elleri,ayakları, parmakları ve diğer organları, sistemleri gelişiyor ve şekilleniyor.
Bir kaç istisna dışında bütün insanlar da organlar hep aynı yerde. Kılçal damarlar hep aynı yerden geçiyor. Damarlarda dolaşan kanın miktarı her insan da aynı .Ama Yaratıcı, iki damladan bir canlı inşa etme mucizesiyle yetinmiyor. Hepsinin kılcal damarlarının dağılımı, karaciğerinin işlemesi birbirine benziyor, ama hepsinin bir başka ‘ruhu’ bir başka ‘zihni’ bir başka ‘karekteri’ oluyor.
Bedensel faaliyetleri neredeyse tıpatıp aynı ama gene de tümüyle birbirinden farklı milyonlarca insan çıkıyor ortaya. Tanrımız, bununla da yetinmiyor, bütün bu insanlara birbirin’den farklı parmak izleri veriyor. Altı milyar insanın birbirine benzemeyen parmak izi yapıyor. Parmağınızın ucuna bakın, o küçücük yerde altı milyar farklı şekil yaratmanın ne demek olduğunu düşünmek bile, bir insanın nasıl mucizevi bir canlı olduğunu anlamaya yeter.
Bu mucize bilerce yıldan beri tekrarlıyor. O kadar çok tekrarlıyor ki biz bir ‘mucize’ ile karşı karşıya olduğumuzu unutuyoruz. Mucize sıradanlaşıyor bizim gözümüz de, kıymetini bilmez hale geliyoruz. Tanrı mucizelerini yaratıyor ve biz büyük bir nankörlükle o mucizeleri yok ediyoruz. Aslında, gelişmişlik ve ilkellik tanrının mucizesine gösterilen özenle billurlaşıyor. İnsan denen mucizenin kıymetini bilmek, gelişmişliğin en önemli işareti. İlkellik ise, o mucizenin değerini anlamamak ve insanlara, hayvanlara, bitkilere ve tüm doğa’ya hor davranmakla gösteriyor kendini.
Bilindiği gibi vücudumuza aldığımız besinlerin, bedenimizi oluşturan sistemler, bezler, hücreler ve elektronlar aracılığıyla enerjiye dönüştüğünü ve bu suretle hayatımızı devam ettirdiğimizi biliriz. Dolayısıyla madde ile enerji arasında doğrudan bir ilişki, bir akışın var olduğunu, hatta maddenin, enerjinin değişik bir görünümü olduğu da görüşler arasındadır.

Evren’deki diğer varlıklar gibi bedenimiz de, atomlar’dan oluşur. Çapları ise milimetre’nin milyon da biri kadar küçük olan atomlar, proton’lar ve nötron’ler oluşan çekirdeği ve çevresin’de dönen elektron’ları ile birlikte, yakın zamana kadar madde’nin en küçük parçası olarak bilinir’di. Atomu oluşturan parçacıkları ( proton, nötron ve elektron’lar ) da oluşturan ve onlardan milyarlarca daha küçük oldukları anlaşılmıştır. Ve bunlara nötrino’lar, kuark’lar, gluon’lar, antiproton ve antielektron’lar. Antimaddeler, kuant’lar ve takyon’lar, denmiştir.
Kütlelerden parçacıklara gittikçe ortada kalan, niteliği belirsizleşmiş enerji. İşte sonuçta evrensel enerjinin sır parçacıkları. Her atomun ışılımı vardır, ve her atomun karekteristik (kendine özgü nitelik) bir tayfsal imzası bulunur. Yine her atomun ışılımı bir dizi özel dalga boyunda (radyo, mikro dalga, kızıl ötesi, optik/görünür, morötesi, x ışını ve gama ışını) yayar.
Atomun çekirdeği çevresinde belirli bir yörüngede döner, aynı zamanda moleküler sistemi oluşturmak için diğer atom alanlarınada giren elektronların bile yapısal / davranışsal niteliği açıklanamamaktadır. Zira hem proton ve nötron’lar gibi parçacık özelliği göstermekte hem de fotonlar (ışık parçacıkları) gibi dalgalanma özelliği bulunmaktadır. Yani fizik profösörlerinin deyimiyle kendilerine özgü, benzeri olmayan bir şekilde hareket etmektedirler.
Minerallerin ışın (renk ve enerji) yayması’da, minerali oluşturan elementlerin, atom yapısındaki elektronlar nedeniyledir. Her atomda, elektron sayısı ne olursa olsun, çekirdek çevresinde elektronlar için yedi yörünge bulunmaktadır. Elektronların bu yörüngeler’de yerleşim sistemin de her elementte (mineral yapısında) farklı farklıdır. Ve elektronlar, kararlı yörüngelerinde belirli bir enerji düzeyinde bulunurlar. Eğer dışardan gelen bir enerji ile uyarılırsa, elektronlar bir üst yörüngeye sıçrarlar. Sonra aldıkları enerjiyi foton şeklinde dışarı salarak yeniden normal yörüngelerine dönerler. Eğer atom dalga boyu (rengi) kendisine uygun düşmeyen bir ışık demeti (dalga boyu) ile uyarılmış ise enerjisini spontane ışını şeklinde yayar, eğer kendisine tam olarak uygun düşen bir ışık demeti ile uyarılmış ise çok kısa bir süre de yerleştirildiği ışık demeti ile aynı doğrultu’da ve daha parlak bir ışık demeti şeklinde ışınır, bu ‘bindirilmiş (yükseltilmiş) ışılım’ olayı’dır.
Bu sistemin varlığının keşfi, lazer adı verilen yoğunlaştırılmış ışık oluşmasına imkan vermiş ve bu gün teknolejiden tıpa kadar bir çok alanda olağan üstü başarılar sağlamıştır. Lazerin oluşmasında kullanılan ilk mineral ise yakuttur.Her şey bir bütünün parçasıdır. Herşey birbiriyle etkileşim içinde. Bunun adına ister fizik ekileşimi, güneş enerjisi etkileşimi, ister eterik veya ruhsal etkileşim deyin, işte bu yaşam oluşumu.
Deniz kenarına oturmuş hem denizi seyrediyor, hem de çayınızı yudumluyorsunuz. Güneş pırıltılarla göz kırpıyor. Siz farkında bile değilsiniz ama bir yandan (tuzlu deniz suyunun buharlaşması sayesinde) troit bezlerinin sağlıklı kalmasını ve dengeli hormon salgılamasını sağlayan iyot mineralini emerken, bir yandan da turkuaz rengine dalarak stresten ve depresyondan kurtulursunuz. Güneş’in tüm canlılar için yaşam enerjisi olduğunu ve yerine hiç bir şeyin konulamayacağını her insan bilmektedir. Ancak onun enerjisinin, insan sağlığı için ne anlama geldiği ve nasıl kullanmamız hakkında pek bilgimizin olmadığı kanısındayım.

Güneş enerjilerinin vücudumuzda ki organlara ve onların yapı taşları olan hücrelere nasıl ulaştığını bilmemiz gerekmektedir. Güneş ve kainattan gelen tüm olumlu ve olumsuz enerjileri ‘AURA’larımızla alabildiğimizi artık bilim insanların’dan öğrenmiş bulunuyoruz. Peki ne işe yarıyor? Aldığımız güneş enerjisi organlarımızı, dokularımızı ve onları oluşturan yapı taşları hücrelerin oluşmasını ve sonrasın’da gerektiğin de yenilenmesini sağlayan üç elementi bir araya getirir, mineralleri, vitaminleri ve beynin ürettiği tek elektronu. Yaratıcımız tüm canlıları yaratırken bütün organlarının ve onların yapı taşları olan hücrelerinin ne kadar yaşayacağına ve ne kadar kendilerini yenileyebileceklerini de programlamıştır. Yine bu programın bozulmaması ve devamı için güneş ve enerjisine ihtiyaç vardır.
Bilindiği gibi doğada yaşayan, hiç bir canlı gerekli olan güneş enerjilerini almalarına vesile olan ‘Aura’ larını kapatmıyorlar, ve dolayısıyla yaratıcımızın proglamlarına göre yaşamlarını idame etirebiliyorlar. Biz insanlar ise sosyal hayata entegre olmaya başladığımız’dan ve hava şartları sebep’i ile ‘Aura’larımızı giysilerimiz aracılığı ile kapatıyoruz. Bu sebepten dolayı açıkta kalan (kafamız ve ellerimiz ) Auralarımızla aldığımız enerji ile hücrelerimiz yaşamak zorunda kalıyorlar. Bunu sonucunda hücrelerimiz ve onların oluşturduğu organlar ve dokuların yaşam kaliteleri düşüyor. Biz insanlar ise bu durumu organlarımızın hasta olduklarında algılayabiliyoruz. Bir de düşünün kapalı ortamlarda (güneş girmeyen yada az girdiği yerler.) yaşıyorsak bu durum bizim varlığımızı oluşturan, hücrelerimiz,dokularımız ve organlarımız için bir o kadar daha vahim hale gelecektir. Bir de buna hava şartları (havanın uzun süreli bulutlu ve güneş’in görülmediği zaman) eklenirse durum daha da vahim hale geliyor kuşkusuz. Besin zincirlerimiz içinde bitkisel ve hayvansal gıdalarımızın yeri çok önemlidir.
Doğal ve dengeli beslenmemiz içinde bulunan bitkiler, mevsiminde yaşam enerjileri olan güneş’in etkisi ile toprak’ta ve su da bulunan minerallerin çözülümünü sağlayarak kökleri ve gövdeleri araçılığı ile gelişirler, büyürler ve olgunlaşılar. Ve daha sonra nesillerinin de devamı için meyve ve tohumlarını oluştururlar. Aynı zaman da bu bitkilerin organizmaları’nın işleyiş sisteminde aldıkları enerji ve mineralleri bir çok vitaminlere de çevirir’ler. Bir çok otsu, bitki ve onların toğumları ile beslenen hayvanlar da bedenlerin’de ki organizmalar vasıtasıyla bünyelerin’de oluşturdukları farklı vitamin ve minerallerle besin zicirimiz de farklı (etleri, sütleri ve yumurtaları ile) bir halkayı oluştururlar. Yine su da yaşayan balıklar gibi canlılar, su da bulunan minerallerin bu canlılar aracılığı ile besin zincirimiz de önemli bir halka oluşturmakta. Bu süreçte de güneş ve enerjisinin yeri gözardı edilmemelidir.
Besin zincirimiz için de aldığımız, tüm gıdalardan vücudumuz ve bedenimiz için gerekli olan, mineral ve vitaminleri de almış oluruz. Bu olgular bizim büyümemize, gelişmemize ve sağlıklı yaşamamıza vesile olurlar. Ancak aldığımız mineral ve vitaminler dengeli olmalı’dır. Fazlalıkları ve eksiklikleri de vücudumuzda büyük hasarlara neden olabilirler. (mineraller bölümüne bakınız) Vücudumuzdaki bezlerin ve sistemlerin de dengeli çalışmaları gerekmektedir. Aynı besin zincirimizdeki canlıların ihtiyacı olduğu gibi güneş ve enerjilerine ihtiyacımız var. Gezegenimize ulaşan mm2’ye saniyede 400.000 farklı enerjinin geldiğini ve bu enerjilerin sicim enerjiler olduğunu, ve bu enerjilerin 160.000’nin güneş enerjisi olduğunu yukardaki bölümlerde görmüştük.
Güneş enerjisinin 160.000’ne ulaşması , Mart ayının başlarında ( ülkemizin bulunduğu yarım küreye göre) çıkışa başlar, Eylül ayının başına kadar devam eder ve sonrasında düşüşe geçer, Aralık ve Ocak aylarına gelindiğinde bu enerji %10’larına kadar düşer. Güneş enerjisinin çıkışını ve inişini çevremizde gözlemleyebiliriz. Mart ayı gelmeye başladığında doğa uyanmaya başlar, ağaçlar çicek açar, kuşlar yuva yapacakları yerleri ararlar, bu gibi olayları çoğaltarak gözlemleriz. Eylül ayına gelindiğinde ise doğa uyumaya başlar, yapraklar sararıp dökülmeye başlarken, göçmen kuşlar da ülkemizi terk ederler ve hava şartları değişmeye başlar ve bu olayları çevremizde kolaylıkla görebiliriz. Bu durum güneş ve enerjisiyle ilgili olaylar.
Ve diğer enerjilerin etkilerine baktığımızda, bu enerjiler genellikle Güneş’in batımından sonra yoğun olarak ortaya çıkarlar ve Güneş’in doğuşuna kadar devam ederler. Yine bu enerji geçişini gözlemlediğimiz de Güneş’in batışıyla birlikte bir çok canlı uyumaya başlar, bahçemizdeki çiçeklerin ve ağaların varsa çiçeklerini kapatırlar, kuşlar yuvalarına dönerler ve uyurlar. Bu enerjilerle de hayat bulan yarasa gibi canlılar da ortaya çıkarlar. Bu duruma uzaydan veya kainattan gelen enerjilere karşı, yani kendilerine ait olmayan enerjilere geçit vermiyorlar. Biz insanlar bu enerjilerin, vücudumuz ve bedenimiz için ne gibi tehlikeleri olabileceğinin farkında değiliz. Vücudumuzdaki bezler ve sistemler sürekli çalışırlar ve gerektiğinde yeni hücreler oluşmasını sağlarlar. Bu hücrelerin oluşmasını sağlayan mineraller, vücudumuzun belli yerlerinde (mineraller bölümüne bakınız) depolanırlar.
Hücre oluşumu gerçekleşirken, bu enerjilere maruz kalındığında, vücudumuzda bilinmeyen ve bu enerjilerle yaşayan hücreler oluşabilir. Bu hücreler çoğalarak vücudumuzdaki, hücrelere, dokulara ve organlarımıza zarar vererek, bilinmeyen hastalıklara sebep olabilirler. Bu enerjilere maruz kalmamak için uyku sistemimiz düzenli olmalıdır. Her türlü enerjimizi Güneş enerjisinden almalıyız, çünkü insanlar da bir çok canlı gibi bu enerji sistemine dahildir. Sosyal yaşamımız buna müsaade etmiyor olsa bile biz bunu zorlamalıyız.

